Arkadaşım Ahmet Keskin’e: Hapishane üzerine düşünceler

Ahmet ile ilk tanışmamız lisenin edebiyat zümresi tarafından düzenlenen Cumhuriyet Bayramı etkinliğinde oldu. Edebiyat dersimize giren ve muhteşem bir öğretmen olan Filiz Başar, Ahmet’ten bahsetmiş, mutlaka tanışmamı istemişti. Nihayetinde, benim konuşma yapacağım bayram etkinliğinde Ahmet de şiir okuyacaktı, o bahaneyle bizi tanıştırmış oldu. Karşımda uzun boylu, iri yapılı, güleç bir öğrenci vardı. Okulun en sansasyonel öğrencisi olmama rağmen, kravatımı en sonuna kadar çeker, tam bir intizam içinde saçlarımı yandan ayırırdım. Ahmet belli ki teneffüste koşturmuş, gömleğinin eteği sarkmış, kravatı epeyce çözülmüş ve ceketsiz bir halde karşımdaydı. Tokalaştık, güçlü bir şekilde sıktım elini, lalettayin tokalaşmaları sevmezdim, içten gelmezdi. O gün arkadaşlığımız, Erkek Lisesi’nin ahşap tavanlı, taş duvarlı ve kendisine has kokusu olan üst kat koridorunda başladı. 1990’ların son yıllarıydı, neredeyse 27 sene olmuş. 

Bizim arkadaşlığımız, okulun çehresini o yıl derinden sarstı. Okumaya meraklı, sosyal duyarlılığa sahip ve yurtsever birçok öğrenci çevremizde toplanmıştı. Doğrudan siyasi bir amacımız yoktu ama 12 Eylül sonrası dönemin eğitim kurumları içinde bizim gibiler fena göze batardı. Sağ olsun okul müdürümüz Yunus Temiz, bizim çalışmalarımıza destek olurdu. Aslında İstanbul’da Kadıköy Anadolu Lisesi, Kabataş Lisesi gibi okullar, bizim düşünü kurduğumuz birçok faaliyeti öğrenci merkezli olarak yaparlardı. Onlara öykünmüştük, Ahmet ile karar vermiştik. Sadece derslere gelen öğrenciler olmayacak, gençliğimizin hakkını verecek ve savunacaktık. Tabi, akim kaldı. Yaptırmadılar. Oldukça sıkıntılı geçen bir altı ayın ardından okul bitti. Bizleri bir arada tutacak bir sosyal alan yaratamadığımız için, tüm arkadaşlar ayrı düştük. Yıllar sonra Ahmet ile tesadüfen karşılaştık. Ben doktora yapıyordum, o ikinci üniversitesini okuyordu. Farklı yollardan yürümüş olsak da, değerlerimiz aynı kalmıştı. Ahmet savunduğu değerleri daha çok dışa yansıtmış, kendisini o değerler üzerinden inşa edilecek bir dünyaya adamıştı. Bir yerde haksızlık görse duramazdı, Ahmet olmanın en büyük alâmet-i farikası buydu. Haksızlıklar karşısında susmayıp başını türlü belalara sokmakta benim de aşağı kalan bir tarafım olmadı. Fakat esas mücadeleyi ben içe yansıttım. Hayatım tefekkür ve irfan tahsil etme çabasıyla şekillendi. Neticede ikimiz de kendi savaşımızı sürdürdük. Fikrimiz, vicdanımız ve irfanımız hür insanlar olarak yaşadık. Zaman bizi yaktı, pişirdi, olgunlaştırdı ama hiçbir zaman dünya bizi kendimize yabancılaştıramadı; pazarda, piyasada satılamayacak, fiyatlandırılamayacak değerlerimizle yaşadık, o nedenle hâlâ, okul koridorunda birbirinin elini sıkan delikanlılardık, aynı sıcaklıkla tekrar kucaklaştık. Yine kendi bildiğimiz yollardan devam ettik ama bir daha hiç ayrılmadık. Oğlu Ali’nin ismini kulağına okudum. Ahmet benim nikâh şahidimdi. 15 sene oldu ayrı düşmedik. Sonra bir gün Ahmet’i tutukladılar. 2911’den, yani ceza bile alsa yatarı olmayan bir suç isnadıyla mahpustu Ahmet.    

1990’ların siyasal ikliminde gözaltına alınmak ürperticiydi. En az iki tokat yenir öyle çıkılırdı nezaretten. Fakat ne zaman ki savcılığa sevk olunurdu, o zaman herkes rahatlardı. Öğrenciler yaptıkları eylemlerden dolayı mahkemeye bile çıkmazdı, savcı takipsizlik verirdi en baştan. 28 Şubat döneminde kimi arkadaşlarımız başörtüsü eylemlerine katılırdı her Cuma. Polisle ciddi mukavemet yaşarlardı. O dönem bırakalım tutuklamaları; gösteri yürüyüşlerine muhalefetten, yani 2911’den bile kimseye dava açılmazdı. Kimi arkadaşlarımız ise Tansu Çiller’i çok yoğun protesto ederlerdi, hatta bir keresinde her ilde yapılan “korsan” gösteriler neticesinde Tansu Hanım miting programlarını iptal etmişti. Bu gösterilerde Tansu Hanım’ın koruma polisleriyle eylemciler tekme tokat kavga ederlerdi. Gözaltının sabahında sonuç belliydi: Takipsizlik. Susurluk Vakası nedeniyle her akşam “sürekli aydınlık bir dakika karanlık” eylemleri düzenlenirdi. Aylarca sürerdi, göstericiler hiçbir zaman yargılanmazdı. Hatta dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan son derece ayrıştırıcı bir dil kullanmış ve adeta psikolojik olarak linç edilmişti. Bu tarz sözlerden sonra bırakalım eylemcilere diklenmeyi, siyasiler, durumu kurtarmak için biraz mahcup izahatlarda bulunurlardı. Ecevit hükümetleriyle birlikte karakollarda dayak, hakaret v.s. gibi olaylar da yaşanmaz oldu. Şimdilerde de çok şükür polislerimiz gerek sorguda gerekse de nezarethanede çok saygılılar. Son on beş yılımızın geçmiş dönemden şöyle bir farkı var, eskiden savcının karşısına çıktığında rahatlayan eylemciler, gazeteciler, siyasiler; yani iktidara muhalif kesimler artık, süresi meçhul bir zaman için, aileleri ve sevdikleriyle vedalaşıyorlar. Gençlik yıllarımızda bizim için anayasada yazılı olan ve aksini düşünmediğimizden dolayı hakkını tam teslim edemediğimiz hukuk devleti ve yargı bağımsızlığının kıymetini şimdi çok iyi anlıyoruz.

Bildiğimiz manada kitlesel kapatılmaya tabi tutuklama ve mahkûmiyet modern bir oluşum. Eski dünyada bugünkü gibi hapishane yoktur. Nüfusların seyrek olduğu; bürokratik örgütlenmenin, en büyük imparatorluklarda bile, günümüzün en küçük ulus-devletiyle karşılaştırılmayacak oranda zayıf kaldığı; kamu personeline nakdi maaş ödemenin maliyeye büyük bir külfet getirdiği geleneksel dünyada cezalar daha ziyade anlık kesilirdi. Misalen, Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuk sisteminde el kesme ve recm gibi kimi toplumlarda uygulanan cezalar verilmezdi. Ekseriyetle, cinayet gibi kısas gerektiren cezalar dışındakileri, kadılar para cezasına çevirirlerdi. Nadiren on sopa vurmak gibi cezalar da uygulanırdı. Zindan daha ziyade infazı bekleyen suçluların kısa süreli kaldıkları yerdi. İdamı gerektirmeyen hallerde ilmiye ile kalemiyeye mensup memurlar ve sûfîler sürgün edilirdi.

Modern dünya üretime dayalı bir disiplin toplumu yarattı. Üretimin disiplinini bozacak her türlü kişi ve grup, Michel Foucault’nun isabetli tahliliyle “büyük kapatılma”ya maruz kaldı. Deliler, suçlular ve öğrenciler; üretim disiplinini aksatma ihtimalleri üzerinden kapatıldılar. Tımarhane, hapishane ve okul, fabrika örgütlenmesi ve disiplinini yansıtır biçimde tesis edildi. Bütün güne yayılan okul eğitiminin çok faydalı olmadığı malumdur. Fakat çalışan ebeveynlerin emek-zaman üzerinden tasarlanan üreticilikleri pahasına öğrenciler de bu kapatılmadan payını alır ve okulun disiplin ortamı üzerinden üretim toplumuna hazırlanırlardı. Kapitalist merkezlerin üretimden tüketime doğru evrilen süreçleri içinde, aynı tüketim gibi eğitim de esnek bir hâl aldı. Psikozların bir kısmı ilaçlarla bastırılabildi. Hapishane ise Avrupalı refah toplumlarında seyreldi ve sonraki yıllarda daha çok göçmen suçluların mekânı haline geldi.

Kapatılmanın mantığı, üretim disiplinini garanti altına alan “toplumsal normal”i sürdürme girişimiydi. “Normal”in dışında kalanların bir kısmı bu kapatılma sürecinde “normalleşerek” topluma dâhil oluyordu. Toplumsal konsensüsün sağlanabildiği, en azından demokratik müzakere ve mücadele yollarının açık olduğu refah toplumlarında “normal” dairesi toplumun kahir ekseriyetini kapsamaktaydı.

Türkiye modern zamanlarda bir Kuzey Avrupa demokrasisini veya refah toplumunu tecrübe edemedi, edemezdi de. Buna rağmen sosyal devleti, toplumsal dayanışması ve 19. Yüzyılın son çeyreğine yaslanan yüz elli yıllık demokratik birikimiyle, bir üçüncü dünya ülkesinden ya da kesif liberal rejimlerden çok daha geniş bir toplumsal normal dairesine sahipti. 2000’li yıllara girerken sosyal devlet zedelenmiş, bireycilik yükselişe geçmiş olsa da Türkiye’de insanlar henüz birbirlerinden nefret etmeyen; işinde gücünde; okulunda bir gelecek hayali kuran; torunlarına bayramda harçlık verebilen; emekli maaşıyla geçinebilen, her ne kadar uzun zamana da yayılsa, adaletin tecelli edeceğine inanan insanlardan oluşuyordu. Sorunlarına rağmen, Cumhuriyet ve Türk milleti, bu toplumsal normalin siyasal zeminini teşkil etmekteydi.

2007’den günümüze çok şey değişti. Bugün siyasal iktidarın “normal”i bırakalım toplumun kahir ekseriyetini, yarısının bile oldukça altında bir kesimi temsil ediyor. Modern alışkanlıkla, “normal”in dışında kalanları “büyük kapatmaya” maruz bırakmak istiyorlar ama rakam o kadar büyük ki. Ekonomik sorunlarla birleşen yargıya güvensizlik, siyasal iktidarın “normal dairesi”ni gittikçe küçültüyor. İktidar temsiliyet açısından marjinalleştikçe, Ahmet örneğinde olduğu gibi, yatarı olmayan suçlamalardan tutuklamalar gerçekleşiyor. Şimdilerde Ahmetler, normalleştirilmesi gereken marjinaller değil, toplumun ezici desteği arkalarında. Kişi özelinde zaten Ahmet’i eğip bükmenin imkânı yok, ama onun temsil ettiği değerler bugün toplumun çoğunluğunu birleştiriyor.

Bu zamanlar ileride Türkiye tarihinin bir devri olarak yazılacak. Umarım o zaman geldiğinde, yeni bir toplumsal sözleşmeyle, sorunlarını müzakere ederek çözebilen, birbirini dinleyen ve ortak geleceğe inanan “büyük bir toplumsal normal” yaratabiliriz. Biz o zaman yine, iki delikanlı, hasretle ve sevgiyle birbirimizin elini sıkarak, büyüyen çocuklarımızın Türkiye’sinde var olacağız.