“Turuncu Devrim”, 2004’te Ukrayna’da genel seçim sonuçlarına karşı düzenlenen ve seçim sonuçlarının iptaliyle neticelenen kitlesel eylemlere verilen isimdir. Bununla birlikte, eylem biçimi, temsil ettiği siyasi görüş, arkasındaki Batı desteği, ünlü para spekülatörü George Soros’un Açık Toplum Vakfı tarafından finanse edilmeleri gibi ortak özellikleri taşıyan birçok kitle hareketi daha sonra bu isimle anıldı.
Turuncuların tarih sahnesine ilk çıkışı, 1998’de, OTPOR örgütüyle Sırbistan’da oldu. Eski Yugoslavya coğrafyasının bir zamanlar, ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni”ni uygulama laboratuvarı olduğunu biliyoruz. Sınıf savaşlarının yerini; etnik, dinsel, mezhepsel kimlik savaşlarına bırakacağı, ulus-devletlerin böylelikle tarih sahnesinden silineceği tezi, bu ülkede uygulamaya kondu. Etnik, dinsel ve mezhepsel çatışmalar, Yugoslavya’dan tam yedi devlet çıkmasını sağladı. Bu parçalanma sürecini durdurabilmek için Sırp milliyetçiliğine yaslanmaya çalışan dönemin Yugoslavya lideri Slobodan Miloşeviç başarısız oldu. Fakat henüz bölgenin laboratuvar işlevi bitmemişti, şimdi de iktidarların yeni tip “sivil kitle eylemleri”yle yıkılmasının deneyi yapılacaktı. 1999’da NATO uçakları Belgrad’ı bombalarken, OTPOR sevinç içindeydi. 1991 öncesinde bu tarz bir hareket hiç olmazsa ulusal gurur ve bağımsızlık düşüncesine çarpardı. Fakat toplumlar, alt kimliklere parçalandıkları ve kardeşlerin birbirlerine karşı nefret duydukları bir dönemde, ulusal kimliğe ait bu vasıflar da ortadan kalkmıştı.
Demek ki bir ülkede “turuncu devrim” yapılabilmesinin ilk şartı, o ülkenin modern bir ulus olarak örgütlenmiş toplumsal hayatını parçalamaktan geçiyor. Ukrayna’da 2004’teki ama daha ziyade 2014’deki “Turuncu Devrim” süreci, ülkenin doğusunda ve Kırım’da nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan Rus kökenlilere karşı ırkçı bir saldırı dalgasını da beraberinde getirmişti.
Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan’da ortaya çıkan bu “turuncu” hareketlerin bir diğer ortak özelliği, ülkelerinin AB’nin ve NATO’nun bir parçası olmasını istemeleriydi. Üç ülkenin de Rusya ile derin bağları bulunuyordu. Diğer demir perde ülkeleri ve eski Sovyet Cumhuriyetleri Batı ittifakının bir parçası haline gelirken, Batı’nın bir parçası olmak isteyen bu üç ülkenin bilhassa genç kesimleri, NATO ve AB bayraklarıyla meydana indi. Demek ki “turuncu devrim”in ikinci şartı, ülkenin Batı ittifakı içinde yer alması için mobilize edilen kitlelerin varlığıdır.
Turuncu hareketlerin bir diğer özelliği, küresel finans mafyasının organize ettiği çeşitli “devlet-dışı organizasyonlar – non-goverment organization (NGO)”ların içlerindeki etkililiğidir.
Gelelim Türkiye’ye. Türkiye’de iktidar tarafından son iki büyük kitlesel kalkışma; “Gezi Olayları” ve “Saraçhane Protestoları”, turuncu devrimle ilişkilendirildi. İktidarı destekleyen fakat Cumhur İttifakı’na kabul edilmeyen Aydınlık grubu ise, Gezi’yi olumlarken, Saraçhane’yi “turuncu devrim” girişimi olarak nitelendirdi. Burada hiç şüphesiz daha tutarlı olan iktidar grubu. Çünkü her iki eylemin de toplumsal aktörleri ve itirazları ortak bir çerçeveye oturuyor. Fakat yukarıda açıklamaya çalıştığım turuncu devrimin özelliklerine, bu iki büyük kitle hareketinin de uymadığını söyleyebilirim.
Kitlesel kalkışmalar, büyük patlamalarla ortaya çıksa da, bu durumu yaratan bir birikim süreci vardır. Yıllar süren nicel birikim, çeşitli şartların bir araya geldiği tarihsel momentte, nitel sıçramaya dönüşür ve birikmiş olarak enerji patlar.
Türkiye, 2007 Genel Seçimleri ve ardından Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte yeni bir sürece girmişti. Eski rejimin elinde bulunan en önemli güç merkezi Cumhurbaşkanlığı el değiştirmiş, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, hangi gerekçelerle olduğu şüpheli bir biçimde süngüsünü düşürmüştü. Tayyip Erdoğan, o güne kadar kendisini baskı altında tutan vesayet odaklarını tasfiye etmek ve yeni rejimini tesis etmek için düğmeye bastı. Bilhassa ordu içindeki Avrasyacı grup, ABD’nin “düşman” saptaması içindeydi ve bu grubun önemli bir özelliği Kemalist ve milliyetçi olmasıydı. Böylece iktidar ile ABD, tasfiye edilmesini istedikleri ortak bir düşmana sahipti: Kemalist-milliyetçi-Avrasyacı sivil ve askerler.
Nitekim ABD’nin Gladio aparatının en önemli parçası olan FETÖ bu tasfiyenin yürütücülüğünü üstlendi. Ergenekon ve Balyoz Davaları bu sürecin parçasıydı. Ayrıca yeni rejimin dayanacağı tarih kurgusu ve toplum yapısının oluşumu için de düğmeye basılmıştı. Milli bayramlar adeta yasaklı hale gelmiş, TC ibareleri sökülmüş, her türlü milliyetçilik ayaklar altına alınmış, Türk demenin faşistlikle, laikliği savunmanın otoriterlikle birlikte anıldığı günler yaşanmıştı. Açılım süreci ve ihvancı bir ideolojiyle yayılmacı dış politika el ele yürütülüyor, modern ulus örgütlenmesine dayalı üniter devletin tasfiyesiyle, Türk-Kürt-Arap ümmet devleti düşleri kuruluyordu. CHP ve MHP’nin ulusalcıları, kaset operasyonlarıyla siyaseten elimine ediliyordu. Ekonomide ise, yıllarca Türkiye’ye akan sıcak para sayesinde, iktidar çevresinde bulunan bir kesim müthiş bir zenginleşme yaşamakta, özelleştirmeler hızlıca tamamlanmakta, fakat kaynaklar üretime değil, katma değer getirmeyen alanlara aktarılmaktaydı. Giren sıcak para sayesinde artan tüketimden memnun olan esnaf, hükümete toz kondurmuyordu. Liberaller bu süreci, çevrenin merkeze taşınmasıyla Türkiye’nin Jakoben kökleriyle hesaplaştığı bir demokratikleşme olarak görüyordu.
Sanıyorum ki, ABD’nin desteği ve FETÖ’nün operasyonel katkısıyla da olsa iktidar, Kemalistlerin bu kadar hızlı bir şekilde çözüleceğini tahmin etmemiştir. Ordunun kozmik odasına bile bir savcı ve bir düzine polis maharetiyle girilebilmeleri, herhalde 28 Şubat’ı görmüş insanlar için şaşırtıcı olsa gerek. İktidar, çizdiği istikamette bu kadar rahat ilerlemesiyle, daha aceleci, tedbirsiz ve sert davranmaya başladı. Oy oranı yüzde 49’lara çıkmış, Batı’nın desteğini arkasına almış, tarihsel düşmanlarını dağıtmış gören iktidarın sert üslubu, biz ne istersek yaparız anlayışı ve ayrıştırıcı tavrı, zamanla bir karşı çıkış hareketini beslemiş oldu. Nitekim 2009-2010’da TEKEL Direnişi, ülkedeki suskunluğu bozdu. Üniversitelerde başlayan Cumhuriyetçi tepki, TGB’nin bilhassa 2012-2013’te yüzbinlerce genci milli bayramlarda sokaklara döktüğü bir karşı duruş yarattı. İlk başlarda sadece tutuklu ailelerinin çabasıyla yüz kişiyi bile bulmayan eylemlerle sesini duyurmaya çalışan tutuklu ailelerine destek de, gençlik hareketinin etkisiyle hızla yükselişe geçti. Bu olaylar, Gezi’de yaşanan nitelik sıçramasının nicel birikimleriydi.
2013’te Taksim Gezi Parkı’na AVM yapılmasına yönelik meslek odalarından gelen itirazlar, alışılmış bir tavırla iktidarın hiç umurunda değildi. Mayıs ayında ağaçların sökülmesine karşı bir grup gencin çadır kurarak eyleme başlamasına, emniyet güçlerinin olağan dışı sertlikle yanıt vermesi ve çadırları yakma görüntülerinin ülkede yayılması bir patlamaya neden oldu. Aslında buraya kadar eylem biçimi, daha sonra Haziran Ayaklanması’na dönüşen olayların biçimiyle çok alakalı değildi. Hatta OTPOR’un eylem kılavuzunda, bir ülkede çıkartılacak isyanda, çevre kaynaklı bir eylemin nasıl büyük bir isyana dönüştürülebileceği yer alıyordu. Eyleme ilk başta destek veren çevrecilerin kimler olduğu net değildi, meslek odalarından bazı simalar ve dönemin HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder göze çarpıyordu. Fakat çadırların yakılmasının akabinde 30 Mayıs akşamı, İstiklal Caddesi civarında örgüt merkezleri bulunan TGB ve TKP’nin kitlesel biçimde durumu protesto etmek için Taksim’e yürümesi olayların seyrini değiştirdi. Her iki grup da Batı ile mesafeli, Cumhuriyet’in yıkımına karşı açık tavır alan, OTPOR veya turuncu ideolojiyle taban tabana zıt gruplardı.
Bu grupların kitlesel güçleri bir müddet direnmelerine imkân verince, ilerleyen saatlerde diğer sol gruplar da eyleme katıldı ve ardından iktidarın diline, tavrına ve siyasetlerine itiraz eden her kim varsa, itirazını, yanındakinin siyasal pozisyonunu önemsemeden, iktidara karşı seslendirebileceği bir alan bulmanın heyecanıyla dışa vurdu. 30 Mayıs’ta başlayan olaylar, 1 Haziran’da şiddetlendi ve ülke sathına yayıldı. İçinde birçok siyasal ve sosyal grup barındırmasına rağmen, süreç ilerledikçe olaylarda Türk bayrağı ve Atatürk resimleri öne çıktı. Bu durum karşısında, hükümetle açılım süreci yürüten HDP eylemlerden desteğini çekti. İlk başlarda hangi aktörler ne amaçla oradaydı bilmek mümkün değil ama 30 Mayıs itibariyle esas önderlik Cumhuriyetçi güçlerdeydi. Eylem, liberal ve batılı bir çevre hareketi görüntüsünden çıkmış; cumhuriyetçi, milliyetçi ve sosyalistlerin önderliğinde kitle ayaklanmasına dönmüştü. Şahsen hiçbirini tanımamakla birlikte, Gezi Davası’ndan tutuklu bulunanların, milyonlar üzerinde ne kadarcık bir etkisi olmuştur acaba diye düşünüyorum? Zaten ilerleyen süreçte kitle hareketi, liberal solcu Osman Kavala’nın tahminimce hiç istemeyeceği bir yere evrilmişti. Gezi Olayları ve akabinde Silivri Duruşmalarında verilen büyük kitlesel destek, esasta Türk ulus-devletini, Cumhuriyet’i ve ülke bütünlüğünü savunan bir siyasal reflekse sahipti. Haziran boyu meydanların kırmızıya kesmiş halinin turuncuyla hiçbir ilgisi yoktu. Turuncular, AB-NATO’cu, liberal ve NGO’larda örgütlü “siviller”di. Gezi Olayları ne önderlik, ne talepler ne de kitlenin siyasal tutumu üzerinden değerlendirildiğinde, turuncuyla hiçbir ilgisi yoktu. Hatta TKP’nin Türk bayrağı taşıması bile bu süreçle birlikte oldu.
Saraçhane Protestolarında da iktidara “nefret” duyan kesimler bir araya geldi. İktidara yakın kalemler, bilhassa Doğu Perinçek Saraçhane Protestoları’nı “turuncu hareket” olarak değerlendirdi
Saraçhane Protestolarının da amacı ve kitlenin siyasal tutumu ile turuncu hareketler arasında hiçbir benzerlik yok. Daha önce yazdığım üzere, İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve hemen sabahına başlayan adli süreç, Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkilediği için doğrudan ABD’ye yaradı. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı, ülkedeki protesto gösterilerini dile getiren Hakan Fidan’a içini rahat tutmasını söyledi.
Trump’ın, Erdoğan’a bakışı da herkesin malumu. O sürekli örnek verilen Rand Corporation Raporu v.s. eski dönemde kaldı, günümüze hiçbir şey söylemiyor. Hatta Biden bile yaptığı açıklamalara ve bu tarz raporlara rağmen, Türkiye’nin seçimlerinde, iktidara karşı açıktan bir faaliyet yürütmedi. Yoksa seçimlere ABD tarafından müdahalenin nasıl yapıldığını örnekleriyle biliyoruz. Şu an ABD’nin başında bulunan ekibin, “turuncu devrimler” ile hiçbir ilgisi yok. Tam tersi, ABD’de dövüştükleri ve tasfiye etmeye çalıştıkları kesimler, turuncuların patronları. ABD’nin şu anki yönetiminin, böyle bir yöntem ile değil Türkiye’de, dünyanın herhangi bir yerinde iktidar yıkma gibi bir girişimi söz konusu değil.
Ayrınca “turuncu devrimler”, meydanları aylarca terk etmeyen, sivil itaatsizlik yöntemini benimseyen bir eylem tarzı üzerine oturuyor. Oysa Saraçhane Protestoları, bizzat CHP tarafından sonlandırıldı. Dikkat edilirse CHP hükümete erken seçim çağrısı yapıyor. Oysaki “turuncu devrimler”, çağrılarını yüksek mahkeme ya da seçim kurullarına yapıyorlardı.
Türkiye’de iktidar son yıllarda Rusya ve İran ile ilişkileri bozdu. Çin ile hiçbir zaman çok yakınlaşılmadı. Batıyı merkez alan bir hatta dış siyaset yürütülüyor. Bu açıdan ülkeyi Rus etkisinden çıkaralım, Batı kampına girelim diye ayağa kaldıran hiçbir kitle ve parti olmadığı gibi, buna gerek de yok.
Saraçhane Protestoları’nın çağrıcısı ülkenin ana muhalefet partisi. Zafer Partisi, TİP, TKP, Sol Parti gibi örgütler büyük destek verdi. Tuncer Bakırhan ise “biz CHP’nin eylemci kitlesi değiliz” dedi ve Maltepe Mitingi’ne 30 kişilik sembolik bir katılımla yetindiler. Bu şartlarda Perinçek’in iddia ettiği gibi nasıl bölücülerle yan yana oluyor protestocular, anlamak çok zor. Ulusal Kanal’da düzenli programı olan Prof. Dr. Emin Gürses, ZP Genel İdare Kurulu Üyesi. Onun da mı rengi turuncuya kesti? Katılımcıların taşıdıkları siyasi semboller ve taleplerinin Gezi Olayları’ndan ne farkı var? Bu açıdan Gezi ve Saraçhaneyi birlikte değerlendiren iktidara yakın kalemlerin tavrı daha tutarlı. Elbette Saraçhane Protestoları’na karşı çıkmak ve onları eleştirmek de bir hak. Ama Gezi’yi ve Saraçhane’yi farklı yerlere koymak dürüst bir tavır değil.
Şahsen Türkiye’de turuncuların ideolojisine en yakın düşen örgüt kimdir diye baktığımda aklıma ilk “Genç Siviller” geliyor. Ergenekon-Balyoz davalarını savunurken, ellerinde Taraf gazetesiyle en öndeydiler. ABD’li yetkililer basın açıklamalarında kendilerine açık desteklerini sunuyordu. Dönemin tüm yerli-yabancı muktedirleri destekliyordu. Milli bayramlara karşı çıkmaktan tutalım da, Ermenistan’a gidip, oradaki stadyumda boy göstermelerine kadar, Türkiye’nin milli mücadelesinden ve Cumhuriyet döneminden kalan ne varsa alaşağı etmek istiyorlardı. “Genç Kürt Siviller Rahatsız” başlığıyla birçok bildiri yayınladılar. İdeolojileri, destek gördükleri merkezler, Cumhuriyet devletinin tasfiyesini arzulamaları, ülkenin kurumsal yapılarını işlevsiz kılmak istemeleri, FETÖ organizasyonlarında görev almaları, modern ulus örgütlenmesine karşı kimlikçi yaklaşımları, adem-i merkeziyetçilikleri ve Batı parasıyla finanse edilenlerin tarih tezlerini kutsamalarıyla “turuncu” rengin hakkını vermişlerdir. Ne hazin ki Doğu Bey son günlerde takdirini, zamanın “Genç Siviller”inden Rasim Ozan Kütahyalı’dan alıyor. Allah beterinden korusun.