Mihail Bulgakov’un kült romanı Köpek Kalbi’nde, Filip Filipoviç, İvan Arnoldoviç’e, sıhhatini düşünüyorsa eğer, yemekten önce asla Sovyet gazetesi okumaması gerektiğini söyler.

Filip Filipoviç ve İvan Arnoldoviç arasındaki dialog şöyle devam eder:

"Hımm... İyi de başka gazete yok ki." 

"O zaman hiç gazete okumayın. Biliyor musunuz, kliniğimde otuz kere gözlem yaptım. Ne sonuca vardım dersiniz? Gazete okumayan hastalar kendilerini harika hissediyordu. Gözlem adına zorla Pravda okuttuklarımsa kilo kaybediyordu!" 

"Hımm" dedi ısırıklı ilgiyle, şarap ve çorbadan yüzü pembeleşmişti. 

“Bununla da kalmıyor! Diz reflekslerinde azalma, iştahsızlık, bunalımlı ruh hali.”

SSCB rejiminin propaganda aracı olan Pravda gazetesi, Komünist Parti Merkez Komitesi’nin resmi yayın organıydı. Pravda, Rus dilince “gerçek” kelimesini karşılamasına rağmen, gazete yalnızca rejimin “geçeklerini” yazmaktaydı. Pravda’ya bakılırsa, dağılmadan önceki nüfusu iki yüz doksan üç milyon olan devasa bir devlette işlemeyen hiçbir kurum, toplumsal hiçbir sorun, mevcut rejimin yaptığı herhangi bir yanlış iş yoktu.

Türkiye’de basın, her daim baskı altında olmuştur. İkinci Meşrutiyet’le birlikte sansür kanunen kaldırılmış olsa da, o günden sonra gelen iktidarlar basın üzerindeki baskısını sürdürmüştür.

Gelgelelim, bugün geldiğimiz noktada sansüre pek de gerek kalmamıştır; zira, basın organlarının kahir ekseriyeti, rejimin kurgusal gerçekliğini durmaksızın ve her mecradan duyurmaktan gayrı bir iş yapmamaktadır.

Halbuki, sokağın gerçekleri rejimin ve Pravdalarının gerçeklerinden farklıdır. 

Sosyal, ekonomik, demografik, kültürel ve hukuki bir çöküş halinin topluma ve kurumlara bu denli sirayet ettiği bir dönemde, sokaktaki yurttaş, rejimin kurgusal gerçekliğinden ve durmak bilmeyen propagandasından usanmış durumda.

Rejim, yıllar içerisinde dozu artarak azami haddine ulaşan kendi propagandasına ait gerçeklerden mürekkep bir hayali Türkiye’de yaşıyor.

Rejimle organik bağı olan zümrelerle birlikte, iktidarın hukuk ve demokrasi dışına çıkmasını sorun etmeyen kitleler haricindeyse kurgusal gerçekliğe ve propaganda araçlarının söylemlerine itibar edilmiyor.

İşte bu yüzden, rejim sokak röportajlarını hiç mi hiç sevmiyor.

Milyonlar harcanarak ayakta tutulmaya çalışılan propaganda aygıtlarının karşısında, sokak röportajları yapan muhabirler, bir kamera ve mikrofonla, iktidarın duymayı ve duyulmasını istemediği sokağın gerçekliğini, otobüste, fabrikada, evinde telefonunu karıştıran yurttaşa duyuruyor. 

Memleketin hakiki vaziyetinin ve bu vaziyet hakkında yurttaşların ne düşündüklerinin yurttaşlar tarafından görülmesinin toplumda yarattığı kolektif itiraz haline, muktedirlerin tahammülü yok.

Bu yüzden, demokratik bir toplumda kabulü mümkün olmadığı halde RTÜK, milyonlarca kez izlenen bu internet yayınlarına müdahale yetkisini kanun değişiklikleriyle eline almak istiyor, lisans ücretleri ve erişim engeli kararlarıyla muhabirlerin ve dolayısıyla gidişattan memnun olmayan ahalinin sesini kısmaya çalışıyor.

Bu çabanın güncel örneğini, yayınları en çok izlenen muhabirlerden biri olan, Ebru Oruç hakkında RTÜK başkanı Ebubekir Şahin’in sosyal medya üzerinden yaptığı bir paylaşımda görüyoruz.

Şahin, bir telefon açarak istediği herhangi bir ulusal kanala canlı olarak bağlanabilecekken, internetin gücünü bildiğinden, kendisi de anılan beyanı sosyal medya hesabından yapıyor.

Sokak Kedisi mahlaslı Ebru Oruç’un yayınından alınmış bir kesiti alıntılayarak, Oruç’u hakaret suçunu işlemekle, ahlaki ve hukuki sınırları aşmakla, kişileri hedef göstermekle, nefret söyleminde bulunmakla, ve sıkı durun, “insan onurunu ayaklar altına almak”la itham ediyor.

İthamda bulunduğu fiillerin çoğu ceza kanunumuzda suç olarak düzenlenmiş olmasına rağmen, alıntı yapılan videoda bu suçlardan hiçbirinin işlenmediği, yalnızca hukukçular değil hukukçu olmayanlar tarafından da çabasızca anlaşılabilecek bir vakıa. 

Eğer Şahin, RTÜK başkanlığı gibi önemli bir makamda olmasaydı, Oruç’un söylediklerini böylece vasıflandırması kimseyi ilgilendirmezdi; ancak, Şahin, kamu otoritesi olarak, üstelik başında bulunduğu kurum adına açıklama yapıyor. RTÜK üyesi İlhan Taşçı’nın, dokuz kişilik üst kurulun böyle bir karar almadığını açıklaması durumu değiştirmiyor; çünkü, Şahin’in ithamları çoktan dolaşıma girmiş, ok yaydan çıkmış bulunuyor. Oruç’un paylaşılan videolarına yapılan yorumlarda, üst düzey bir kamu görevlisinin açıklamalarından alınan cesaretle, tutuklama talepleri havada uçuşuyor.

Hedef haline getirilen Oruç ve eşinin, yakın sayılabilecek bir zamanda, yine yaptıkları bir röportaj nedeniyle saldırıya uğramış olması, muhabirlerin tehditler almaları, bunların hiçbiri yaşanmamış olsaydı bile RTÜK başkanı tarafından böyle ağır ithamlar yapılmasının ve hapis ihtimali imasının bağımsız bir gazetecinin ifade özgürlüğünü ihlal ediyor olması, Şahin’i ilgilendirmese de, kamu görevinin gerekleriyle bağdaşmıyor.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, hukuk tarihinde yerini çoktan almış Handyside vs Birleşik Krallık kararında hükmedildiği gibi; İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun zorunlu temellerinden birini ve toplumun ilerlemesi ve her bireyin özgüveni için gerekli temel şartlardan birini teşkil etmektedir. 10. maddenin 2. paragrafı uyarınca, bu, kabul gören, zararsız veya kayıtsızlık içeren “bilgiler” ve “fikirler” için değil, aynı zamanda kırıcı, şok edici veya rahatsız edici olanlar için de geçerlidir.

Gerçekliğin ne olduğuna karar vermek iktidarın değil basının görevidir. Ve gerçeklik çoğu zaman, rahatsız edicidir.