Bildiğimiz dünya sistemi Donald Trump’ın ikinci kez başkan seçildiği gün resmen bitti. Trans-Atlantik ilişkilerinin temeli olan ABD-Avrupa ittifakının dağılması NATO’nun varlığını anlamsızlaştırdı. Düşünün, NATO ülkesi olan Danimarka’ya bağlı Grönland’ı “gerekirse silah zoruyla” ilhak etmek isteyen bir ABD başkanı görevdeyken, kim NATO’nun işlevini sürdürebildiğini iddia edebilir?
İngiltere, Trump’ın iktidarıyla birlikte en büyük boşluğa düşen ülke oldu. Brexit ile AB’den ayrılmış, tarihsel manada ait olmadığı Kıta ile ilişkilerini egemen bir güç olarak sürdürmeyi istemişti. İngiltere için belirleyici olan, ABD ile kurduğu Anglo-Amerikan ittifak üzerinden Avrupa’nın kontrol edilmesiydi. Bunun için Rus-Alman bağının kopması şarttı. İngiltere, Almanya’nın her zaman iştahını kabartan Doğu Avrupa’da önünün açılması vaadiyle sarhoş olacağını iyi biliyordu. Rusya’yı birçok Alman’dan daha iyi tanıyan eski Doğu Almanya vatandaşı Angela Merkel, zor da olsa kendisini belli ölçülerde zapt edebiliyordu. Fakat aynı itidali Batı Almanya kökenli siyasetçiler gösteremiyorlardı. Sıkıştığı dar bir coğrafyada, dünyadaki diğer milletlere parmak ısırtacak bir gayret ve disiplinle ayağa kalkan Almanlar, Avrupa Birliği üzerinden etki alanını arttırmayı başarmıştı. Fakat II. Dünya Savaşı’nda çok ağır bedellerle kovulduğu Doğu topraklarının cazibesinden kendini kurtaramıyordu. Nitekim Ukrayna Savaşı’nda Almanya’nın, İngiltere’nin dümen suyuna girmesi kabaca bu etkenler üzerinden anlaşılabilir. Ukrayna Savaşı, Batı’nın bir blok olarak hareket ettiği son büyük uluslararası olay olarak anılacaktır. Joe Biden döneminde tüm Batı’yı adeta maestro gibi yönlendiren İngiltere, Trump’ın iktidara gelişiyle birlikte modern tarihinin en zor dönemlerinden birini yaşıyor. Bir yandan Atlantik’in diğer yakasındaki kadim ortağını yeniden kendi safına çekmeye çalışırken, diğer yandan zihinsel ve tarihsel olarak ABD’ye göre çok daha uzak olduğu Almanya ve Fransa ile birlikte ABD’nin yeni yönelimine karşı da bir direnç göstermeye çalışıyor.
İngiltere ile Türkiye arasındaki ilişkiler, özellikle son 10 yılda iyice pekişmişti. ABD ve AB tarafından dışlanan Türkiye’nin Batı’daki yegâne ortağı İngiltere’ydi. Yine aynı şekilde Körfez ülkeleri ile arası hiç olmadığı kadar kötüleşen Türkiye’nin bir diğer ortağı, İngiltere’nin Körfezdeki eli Katar’dı. İngilizler bu yıllar içinde siyasal maharetlerini konuşturmuş, iktidar ve muhalefetin ekonomi ve dış siyasetteki duruşunda ağırlığını hissettirmişti. Türkiye’de iktidar, ABD’nin baskıları karşısında kimi zaman Rusya ve İran ile yakınlaşmak zorunda kalabiliyordu. Bu durum İngiltere’yi hiç memnun etmese de, Türkiye’nin mecburiyetini anladığı belliydi. Muhalefet açısından ise her şey daha kolaydı, neticede sırtında yumurta küfesi yoktu. Bu nedenle tavrını çok net olarak Batı’dan yana koyabiliyordu. Üstelik Biden, demokratik usullerle Türkiye’de iktidarın değişiminden söz ederken, muhalefeti destekleyebileceklerini de söylemişti. Bugünlerde CHP ile yaptıkları işbirliği nedeniyle nedamet getiren Davutoğlu-Babacan ikilisi üzerinde Biden’ın tavrı da şüphesiz bir beklenti yaratmıştır. Fakat daha önce de yazdığım üzere, Biden muhalefeti desteklemek için net bir girişimde bulunmadı. Büyük ihtimalle, Tayyip Erdoğan’ın direnmeye mecbur hissettiği konularda, CHP de iktidar olsa, aynı mecburiyet içinde kalacağını biliyordu. Bu nedenle Biden iktidar döneminde adeta Türkiye yokmuş gibi davrandı. AB için ise Türkiye demek, Batı’ya muhtemel göçmen akınını durduran ve toplayan bir havuzdan ibaretti. Bu şartlarda İngiltere, Batı dünyasında Türkiye için rakipsizdi. Mehmet Şimşek’in tekrar bakanlığa davet edilmesi ve sıcak para için Londra’nın kapısının aşındırılması anlamlıydı. Suriye’de ise Türkiye-İngiltere ortaklığının HTŞ’yi iktidara taşıyan en önemli faktörlerden biri olduğunu biliyoruz.
CHP bu dönemde Biden ve Avrupa’daki demokratların, dünyadaki siyasal çelişkiyi ifade etmek için kullandıkları “otoriterler ve demokratlar” ayrımına fazlaca anlam yükledi. Türk dışişleri bürokrasisinin en Atlantikçi tipleri CHP’deydi. Akademiden de “AB”ci olmakla meşhur isimler Partide yüksek görevlerdeydiler. “Otoriter” Tayyip Erdoğan’a karşı, Batı’nın kendileriyle olan bağını, ideolojik beraberlik olarak görme eğilimindeydiler.
Trump’ın gelişi tabloyu ters yüz etti. Eski dönemin “otoriterleri” Trump’un partnerleri olarak öne çıktı. Trump, Türkiye’nin İsrail ile anlaşarak, İran’ın belini kırmalarını istiyor. Suriye’nin Türkiye ile İsrail arasında bir savaş sahası olmamasını, Ahmet eş-Şara hükümetinin, Türkiye-İsrail ilişkilerinde kolaylaştırıcı bir rol üstlenmesini talep ediyor. Türkiye, Doğu Akdeniz’de sessizliğini korur ve “Mavi Vatan” dosyasını da rafa kaldırırsa, Trump için ortada bir pürüz yok.
Ekrem İmamoğlu’na yapılan operasyon, yukarıda izah etmeye çalıştığımız yeni durumun sağlamasını verdi. ABD’nin yeni yönetimi, Türkiye’deki olaylar üzerine Hakan Fidan’ı teskin ederken, İngiltere sessizliğe gömüldü. AB’nin Türkiye üzerindeki siyasal etkisi son yıllarda çok azaldığı için baskısı da hissedilmedi. Yine de Türk Cumhuriyetleri’ne Güney Kıbrıs’ı tanıtma ısrarında, Almanya’nın sevgili müttefikinin iktidar tarafından hapse atılmasının da payı vardır. Önceki yazılarımda vurgulamıştım, Trump’ın iktidara gelişiyle ABD ile AB arasındaki çelişkilerden yararlanabilme fırsatını yakalayan Türkiye, İmamoğlu operasyonu ile elini zayıflattı. Nitekim derin Almanya’nın sesi olan AB lideri Ursula Von der Leyen, Avrupa’nın savunması için Türkiye’ye ihtiyaç olmadığını, birkaç yıl içinde Avrupa sanayisinin Avrupa’nın silahlanması için dönüşümünü tamamlayacağını söyledi. Almanya’nın bu kararı, CHP iktidara gelse bile, Türkiye ile ilişkileri çeşitli konularda ortaklıktan öteye götürmeyeceği anlamına geliyor.
Bu tabloyu ilk başlarda okumakta zorlanan CHP liderliği İngiltere’ye sitem etti, ABD’yi doğrudan suçladı. Bu zamana kadar siyaset yapma tarzı kitlelerden kopuk, altılı masa örneğinde olduğu gibi, toplumla bütünleşmeyi farklı siyasal ekollerden gelenleri CHP listelerinden Meclis’e taşımak zanneden, Batı’nın desteğiyle iktidar olma şansının ayağına geldiğine inanan bir partiydi.
Uluslararası konjonktür CHP için hayırlı oldu. Bu güne kadar en cılız olduğu sokağı, meydanları öğrenmeye başladı. Kitlelere önderlik yeteneğini geliştirdi. Böylece toplumla bütünleşmenin, Davutoğlu-Babacan gibilerini yanına toplamakla değil halka önderlik ederek sağlanabileceğini keşfetmeye başladı. Uluslararası güçlerin reel çıkarları için arkasından çekildiğini gördü. Böylece Yozgat mitinginde ilk defa hükümetin faiz kararını eleştirdi. Bu süreçten önce Mehmet Şimşek’i ayrı tutan, onun ekonomik siyasetine destek veren CHP, İngiltere ile yaşadığı kopuşla Şimşek’i hedefe koydu. Asıl mesaj şüphesiz İngiltere’ye verildi. Yozgat mitingine giden süreçte CHP’yi yıllardır halktan ve gerçeklerden koparan siyaset tarzının tasfiyesi, ekonomik sorunlarla boğuşan insanımızın sorunlarına doğru teşhislerle müdahalesini sağladı. Yozgat mitinginin kalabalığıyla birlikte akılda kalması gereken en önemli yönü, CHP’nin zincirlerinden kurtularak, halkın gerçek sorunlarını halka beraber tartışmaya başlaması oldu.
CHP’nin bağımsızlaşma süreci bir diğer etkisini Filistin’e destek yürüyüşünde de gösterdi. Ne zaman bu konu açılsa, İsrail saldırganlığını eleştirirken Hamas’a da “terör örgütü” demeyi ihmal etmeyen CHP, ABD’yi bizzat hedef alan sloganlarla Filistin davası ve Türkiye’nin bağımsızlığı mücadelesi arasındaki bağı kurdu. Tabi bu gelişmeler CHP’de henüz iki çizgi mücadelesini ortaya çıkaracak olgunluğu yaratmadı. Neticede Namık Tan, gölge dışişleri bakanı olarak CHP üst yönetiminde yer aldı. Fakat kitle çizgisinin ve konjonktüre verilen yanıtların dönüştürücü etkisi de ihmal edilemez. Eğer CHP kongrelerinde siyasal tavrı önceleyen bir tarz geliştirebilirse, sırtındaki yüklerden kurtulabilir. Tabi CHP’nin, gençleri sokaklarda şiddet görüp, tutuklanırken; ABD’nin Türkiye mümessilleri olan büyük İstanbul burjuvazisinin, bir kahve markasına verilen destekten tutalım da, olur olmadık zamanlarda bildiri yayınlayanların küçük adımlarla iktidara yanaşmalarını da unutmaması lazım.
CHP eğer şimdiki çizgisini geliştirir, kitle bağını korur ve halkın gerçek sorunlarına eğilirse, iktidara koşar. Son süreç CHP açısından eğitici oldu, mutlaka bilinçlerde tesiri kalacaktır. Sıcak geçeceği belli olan 2025 baharının siyasal havası CHP’yi 1977 seçimlerinden sonra tekrar kitlelerle buluşan bir Parti’ye dönüştürebilir. CHP Kongreleri bu siyasal sürecin çok gerisine düşen bilindik hesaplarla yürütülürse yazık olur. CHP şimdiden yerelde yeni durumu, kitlelerle kurulan bağı ve siyasal çizgisini tartışmaya başlamalıdır.