Hayat dediğimiz gerçeklik âlemi her şeyin zıddıyla kaim olduğu bir işleyişe dayanır. Buna diyalektik diyoruz. Her şey en ileri haline ulaştığı andan itibaren zıddına dönüşmeye başlar. En uzun gecenin bir gün sonrası artık günün galebe çalacağı bir yolculuğun başlamasıdır. İmparatorlukların gücünün zirvede olduğu dönem, düşüşün de başladığı bir zaman dilimine tekabül eder. Örnekler sınırsız sayıda verilebilir.
Savaş ve barış arasındaki diyalektik de bu şekilde işler. Savaşın en zirve yaptığı andan hemen sonra savaş barışa dönmeye başlar. Uluslararası ilişkiler açısından baktığımızda, küresel sistemin işlediği uzun barış döneminin en güzel günleri yaşanırken savaş alttan alta kaynamaya başlar. 1871 sonrası başlayan belle epoque (güzel zamanlar) 1914’te birden Büyük Savaş’a dönmedi. Sıradan insanlar, ancak gelişmeler olgunlaştıktan sonra gelen felaketi hissedebilirler ama devlet birikimine sahip ülkelerin siyasal elitleri, barışın savaşa ve savaşın barışa doğru evrildiği zamanı yakalamakta ve ona göre hazırlıklarını yapmakta mahirdirler.
Bu hususta İngilizlerin becerisine şapka çıkarmamak mümkün değildir. Özellikle 1871’de Alman İmparatorluğu kurulduktan sonra çok iyi bir şekilde ilerleyen Alman-Rus ilişkilerini bozarak, onları karşı cephelere sürmesi, son anda İtalya’nın saf değiştirmesini sağlaması, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa dâhil edilmesi ve savaş sonrası paylaşım sürecinde Fransız ve İtalyanları adeta çırak çıkarması bu becerinin neticeleridir. Ayrıca bu dönemde Arap İsyanını nasıl ince bir şekilde hazırladıklarını biliyoruz. Bugün siyasi sınırları olsa bile devlet ve ulus olarak örgütlenmeyi becerememiş Arap ülkeleri bu sürecin bakiyesidir. Sınırlar öyle bir etnik ve dinsel karmaşa yaratacak şekilde tasarlanmıştır ki, bu ülkelerdeki her türlü grup, nihayetinde büyük devletlerin kapısını çalmadan ve kaynaklarını onlara devretmeden bir süreç işletemez hale gelmiştir.
Türkiye, Büyük Harp’ten İmparatorluğunu kaybederek ama tutunabileceği bir coğrafi bütünlük üzerinde milli devlet kurma kararıyla çıkmayı başardı. Bununla birlikte modern bir ulus yaratma projesinde, modern devleti tahkim etmede gösterdiği başarıyı tam olarak sergileyemedi. Özellikle Kürtlerin projeye dahli birçok sorunu beraberinde getirirken, modern ulusun seküler temel üzerinde tahayyül edilen günlük yaşam biçimi, taşranın muhafazakârlığıyla uyuşamadı. Türkiye modern ve güçlü bir devlete sahip olmakla birlikte, uzun yıllar kimlik temelli (etnik ve muhafazakâr-seküler) gerilimler içinde, kültürel sorunların son derece keskinleştiği bir siyasal süreç ve çatışma ortamı yaşadı.
1980’lerin ikinci yarısı ve bilhassa 1990’lı yıllar itibariyle bu çatışma süreci, uluslararası konjonktürün Türkiye’nin aleyhine dönmesiyle iyice şiddetlendi. Soğuk Savaş’ın akabinde NATO’nun güneydoğu kanadını savunmadaki rolü önemsizleşen Türkiye’nin yerine ABD, Ortadoğu’da dört ayrı ülkeye yayılmış Kürtleri bölgede yeni bir siyasal varlık olarak örgütlemek için harekete geçti. 1991’de Kuzey Irak’ın ABD kontrolüne geçmesi, PKK’nın mukadderatını da derinden etkiledi. NATO üyeliği nedeniyle ABD Ordusu ile arası son derece iyi olan Türk Ordusu’nun PKK ile mücadele eden komutanları, sahadaki durumu Türkiye’de ilk ve net olarak tahlil eden kesim oldu. Orgeneral Eşref Bitlis’in direnciyle karşılaşan ABD, 1990’ların sonu ve 2000’lerin başlarında Ordu’nun üst düzeyinde bulunan birçok yüksek rütbeli generalin, ABD’nin Türkiye’yi parçalamak istediği düşüncesiyle Türkiye için alternatif arayışına girdiklerini gördü. 2002 Mart’ında Orgeneral Tuncer Kılınç, “Rusya ve İran ile ittifak” üzerinden Avrasya seçeneğini basın karşısında dillendirdi. Aynı zaman diliminde Rusya’nın da Primakov Doktrini ve V. Putin’in, sembolik bir seçimle 1999’u 2000’e bağlayan gece Rusya’da iktidara gelmesi dikkat çekicidir. Ordu bu gelişmeleri, Türkiye’nin kendisini savunmak için yaslanabileceği bir uluslararası ortamın doğumu olarak görmüştü. Tabi, ABD bu girişimleri cezasız bırakmadı. Eşref Bitlis son derece şüpheli bir kazada şehit olurken, Ordu’nun Avrasyacı subayları, ABD’nin Gladio yapılanmasının en önemli parçası olan FETÖ maharetiyle zindanlara gönderildi. Ergenekon-Balyoz soruşturmalarının en hızlı sürdüğü dönemde Türkiye I. Açılım sürecini yaşadı. “Barış” için başlatılan bu girişimin en yüksek seviyeye ulaştığı zamanlarda PKK da yeni bir “savaş” için hazırlanmaya başlamıştı. Nitekim Suriye İç Savaşı’nda yaşanan gelişmeler, Türkiye’de Gezi olaylarının da etkisiyle HDP’nin Erdoğan’a “seni başlan yaptırmayacağız” demesi ve 15 Haziran 2015 seçimlerinin yarattığı tablo, savaşa doğru evrilen barışın resmen bittiği ve 24 Temmuz 2015’te Türk Ordusu’nun PKK’yı silahla bastırma kararını verdiği yeni bir süreci başlattı.
Hendek Savaşı’ndan, Zeytin Dalı’na, Barış Pınarları’ndan Pençe-Kilit Harekâtlarına uzanan büyük çatışmalar, “savaşın barışa doğru evrildiği” süreci yarattı. Bugün Türkiye, Ukrayna, Suriye ve Gazze’de barışı konuşuyoruz. Bu barış sürecinin bir kısmı görece uzun olacak ve başka savaşların birikimini hazırlayacak, bir kısmı ise oldukça kısa sürecek “barış”ın hızlıca “savaş”a evrildiği zor günleri beraberinde getirecek. Hangi ülkelerin “barış”ı hangi “savaşlar”ı hazırlıyor ve Türkiye nasıl konumlanıyor, bu da bir sonraki yazının konusu.