Bildiğimiz Batı ittifakı artık yok. NATO fiilen bitti, Avrupa yeni bir savunma sistemi kurmakla meşgul. Trump, Avrupa’yı müttefikten ziyade, ABD’nin sırtında bir yük olarak görüyor. Trump’a göre ABD, küresel hegemonya için her yıl milyarlarca dolar askeri harcama yaparken, bu hegemonyaya ortak çıkan ve onun güvenlik şemsiyesi altında huzurla yaşayan Avrupa, ABD’nin gelişmesinden büyümesinden ve refahından çalmaktadır. Bu büyük mali yükün altına girmeyen Avrupa, kaynaklarını üretim ve refah için kullanabilmiştir. Almanya’nın makine-kimya endüstrisi başta olmak üzere, Avrupa’nın sanayi üretimi, bir zamanların otomotiv merkezi Detroit’i (basketbol takımının bile adı Detroit Pistons) metruk ve güvenlik endişeleriyle dolu bir kente dönüştürdü. Trump, Amerikan halkı enflasyon ve işsizlik baskısı altında ezilirken, Avrupa’nın refah toplumlarının güvenlik maliyetine daha fazla katlanmamayı tercih etti. Enerji kaynakları olmayan, askeri gücü bulunmayan ve ABD için adeta ekonomik kara delik oluşturan Avrupa yerine yüzünü, Çin ile rekabetinde kendisine avantaj sağlayacak ortaklıklara çevirdi. Ayrıca, Avrupa içindeki yeni sağ akımlarla da Trump’ın siyasetleri uyum gösterdi. AB projesine karşı çıkan, onun “insan hakları” söylemi nedeniyle sığınmacı istilasına uğradığını düşünen, Rusya’dan ucuz enerji almak varken İngiltere’nin peşine takılıp Ukrayna Savaşı’ndan büyük ekonomik zararlara uğrayan ülkelerinin, demokratik normlara değil, reel çıkarlara odaklanması gerektiğini savunan bu siyasetler gün geçtikçe güçlenmekte. Bir nevi Amerika’dakine benzer bir ayrımla, “Demokratlar” ve “Trumpistler” Avrupa’da tecessüm etti. İtalya, Slovakya ve Macaristan’da iktidar olan yeni sağın, şimdilik “Demokratlar”ın elinde bulunan Almanya ve Fransa’da beş yıl içinde iktidara gelme ihtimali var. Demokratlar, Avrupa’nın güvenlik mimarisini örerken, silah üretimiyle ekonomisini canlandırmak ve böylelikle Trumpistlerin önünü kesmek istiyor. Bununla birlikte Doğu Avrupa, Demokratlar ve Trumpistler için önemli bir rekabet haline dönüşüyor.
Türkiye, Biden’ın “Demokrat” iktidarı döneminde oldukça zorlandı. NATO ittifakının pekiştirdiği güçlü Trans-Atlantik birliğinde Türkiye üvey evlat muamelesi bile göremedi. Bir bütün olarak hareket eden Batı ittifakı karşısında, kimi zaman Doğu’da denge arayışlarına girse de, ekonomik handikapları nedeniyle, başta Doğu Akdeniz olmak üzere milli meselelerinde tavizler verdi. Türkiye için bu dönemde en uyumlu müttefik Batı’da İngiltere, Doğu’da Katar oldu. Rusya’nın çökertilmesini kendisi için adeta bir varlık sorunu haline getiren İngiltere için, Ortadoğu’daki enerji üretiminin ve tedarikinin güvenliğini sağlamak çok daha önemli bir hale gelmişti. İngiltere, Kürtler veya İsrail üzerinden, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kendisinin belirlediği Ortadoğu sınırlarını değiştirmeye çalışmanın, bölgedeki enerji güvenliğine zarar vereceğini düşünmektedir. Bu açıdan Türkiye ile uyumlu bir Ortadoğu politikası yürütebilmiştir. Nitekim Trump iktidara gelmeden, İngiltere-Türkiye-Katar üçlüsünün Suriye’de duruma vaziyet ederek, Rusya’ya bölgede darbe vurmaları anlamlıdır. Ayrıca Mehmet Şimşek’ten Bayraktar kardeşlere kadar iktidar içinde güçlü bir İngiliz lobisinin bulunduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Baykar Holding’in, Ukrayna yatırımları ve savaşta verdiği silah desteği sürmektedir. Türkiye, son birkaç yılda hızlıca Rusya ile ilişkileri kötüleşen bir ülke haline geldi. Fakat Trump’ın iktidara gelişi ve Rusya ile yakınlaşması, iktidar içinde yaşanan görüş ayrılığını televizyon ekranlarına kadar taşıdı. Bir tarafta, Rusya’ya karşı Avrupa’nın savunmasını üstlenme pazarlığıyla İngiltere-Almanya-Fransa’nın başını çektiği “Demokrat” Avrupa ile beraber olmak isteyenlerle; İran’ı baş düşman belleyen, pro-İsrailci ve Trump’a sempati duyan kesimler ise Kürtlerin hamiliğini üstlenerek bölgesel manada yayılmacı iştahlarını aşikâr etti. Bir yandan Batı’nın parçalanması Türkiye’nin pazarlık gücünü arttırırken, diğer yandan seçeneklere göre Rusya veya İran ile savaş riski ciddiyet kazandı.
Biden döneminde İngiltere ile beraberliği ekonomik ve stratejik gerekçelerle zaruri gören Türkiye, Trump’ın iktidara gelişiyle beraber siyasetlerini yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı. ABD, seçimle meşgulken, İngiltere’nin önderliğinde Suriye’deki iktidar değişimine müdahil olamamıştı. Nihayet SDG-YPG ve İsrail üzerinden bir denge kurmayı başardı. Böylece Türkiye’nin seçimden önce Suriye hamlesiyle beraber düşünülmüş Kürt meselesinin çözümüne ilişkin açılımına da PYD-YPG üzerinden vaziyet etti. SDG-YPG’nin tasfiyesine İsrail şiddetle, ABD ise açıkça karşı çıktı. Türkiye’nin önüne getirilen teklifte, Trump’ın tabiriyle “güçlü ve gıcır” Türk Ordusu, İran’ın üzerine sürülmeliydi. Zaten Suriye’den İran’ı tasfiye eden Türkiye’nin artık İran ile beraber çalışabilmesi zorlaşmıştı, oysa Azerbaycan’ın katkısı ve Türkiye’de mezhepçi siyasal İslamcıların İran düşmanlığı üzerinden Türkiye ile İsrail arasındaki husumet giderilebilir, Kürtlere, Türkiye ile birlikte İsrail de hamilik yapabilirdi. Doğu Akdeniz ise şimdilik tartışma dışıydı, Türkiye’ye bir pay vermek istemiyorlardı.
Türkiye, Amerika ve İngiltere arasında net bir tercihte acele etmeyerek doğru yaptı. Böylece her iki güç ile de pazarlıklarını sürdürebilmekteydi. Rusya ile savaşmadan ama Avrupa’nın güvenliğinde görev alarak, Ukrayna’yı destekleyerek ve Afrika’da Rus etkisinin kırılmasına yardım ederek Avrupa ile beraber hareket etmek düşüncesi iktidar mahfillerinde güç kazanıyordu. Diğer yandan pro-İsrailcilerden Aydınlıkçılara uzanan bir başka cephe Trump’ı tercih etmekteydi. Unutmamak lazım ki Rus-İsrail ilişikleri, Ukrayna Savaşı’na rağmen olumsuz seyretmedi ve şimdi oldukça iyi düzeyde. Türkiye’de Rusya ile yakınlığı savunanlar ile pro-İsrailcilerin Trump’a sempatide ortaklaşmasında şaşılacak bir şey yok.
İktidar kanadında, iki ayrı strateji arasında rekabet sürerken, ana muhalefet dünyadaki gelişmelerle ilgili gözükmüyordu. Bu sayfadaki ilk yazımda konuya değinmiştim. Bununla birlikte siyaseten CHP, “Demokratlar”ın Türkiye şubesine dönüşmüştü. Woke solculuğunun tesiri altında, AB’ye tam üyeliği önüne hedef koyan ve NATO ittifakına olan bağlılığını her düzlemde dile getiren CHP’de, Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere İngiliz büyükelçileriyle yakın temaslar her zaman sürdürülmüştür. Son açıklamalarıyla Batı’yı hâlâ yekpare zanneden Özgür Özel’in şaşkınlığını bir yana koyarsak, İngiliz İşçi Partisi ve İngiltere hükümetine yönelik sözleri, İmamoğlu’na yapılan operasyonun dış siyasal bağlamını anlayamadığını gösteriyor.
İktidarın, Ekrem İmamoğlu’ndan hiç hazzetmediği ve İstanbul’u geri alabilmek için büyük bir heves içinde olduğu tartışılmaz. Fakat son yaşadığımız olayda, iktidarın da bir tuzağın içine düşmüş olduğunu düşünüyorum. Bu tuzağın da yukarıda tartıştığım uluslararası bağlam üzerinden açığa kavuşturulabileceğini savunuyorum.
Türkiye’nin son zamanlarda elini güçlendiren en önemli olgu Batı’nın bu parçalanmışlığıydı. Öyle ki her iki kamp da Türkiye’yi yanında tutmak için, çok uzun yıllardır aşina olmadığımız pozitif mesajlarla gönlümüzü okşuyordu. İktidar bu açıdan, dış konjonktürün müsait zemini üzerinden ekonomiyi toparlamanın ve böylece önümüzdeki seçimleri kazanmanın planlarını yapmaktaydı.
İç siyaset açısından da iktidar için işler iyi gitmekteydi. Öcalan’ın açıklaması, İngiltere ile beraber düşünülen Ortadoğu Barışı için kritikti. Diğer taraftan CHP, parti içi disiplini sağlayamamış, özellikle Kılıçdaroğlu taraftarları, son Kongre’nin iptaline yönelik hamleler yaparken, parti içinde iktidarı kaybetmelerinin en büyük müsebbibi olarak gördükleri Ekrem İmamoğlu’nu tasfiye etmek için “yolsuzluk” iddialarıyla “gizli tanık” olmaya kadar işi vardırmışlardı. Erdoğan ise CHP içindeki çelişkilerden yararlanarak İstanbul’u geri almanın ve CHP’yi ülkeyi yönetme rüştüne sahip olmayan bir parti olarak gösterebilmenin ümidindeydi. Yine unutmamak gerekir ki Ekrem Bey’in diplomasını ilk gündeme getiren, iktidar değil, Ekrem Bey’i “İngiliz muhibbi” olarak gördükleri için ondan adeta nefret eden Veryansın TV ve Cumhuriyetçi Vatanseverler Partisi’nin önemli ismi Erdem Atay’dı.
Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının İstanbul Üniversitesi tarafından iptal edilmesinin sabahında yolsuzluk ve terör operasyonunun yapılması bana oldukça şüpheli gözüküyor. Bu iki olayın ardı ardına yaşanması, konunun hukukî boyutunun artık hiç kimse tarafından önemsenmediği bir durumu kendiliğinden yarattı. Soruşturmaya “terör ve kent uzlaşısı”nın eklenmesi ise DEM Parti’yi çok zor duruma soktu. Öcalan’ın çağrısına odaklanmış olan DEM Parti, kendisi üzerinden İmamoğlu’nun kriminalize edilmesine tamamen tepkisiz kalamazdı. Yine de oldukça ölçülü davranmaya çalıştılar ama hükümetle yürütülen süreç buna rağmen darbe yedi.
Sonraki olaylar ve yaşanan şiddet sarmalı herkesin malûmu. Avrupa, yaşanan olaylara tepki vermek zorunda kaldı, aksi durumda Putin’i otoriter olarak düşmanlaştırmaları anlamsızlaşırdı. Stratejik nedenlerle Türkiye ile yakınlaşmak zorunda olsalar da son olaylarla birlikte kamuoylarını bu yakınlaşmaya ikna etmekte çok zorlanacaklar. Türkiye ise, son süreçte yakaladığı pazarlık avantajını zedelemiş oldu. Eğer İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atansaydı, şüphesiz olayların varacağı boyut çok tehlikeli olacaktı. Ayrıca son günlerde başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, iktidar sözcüleri, İmamoğlu soruşturmasının kendileriyle bir alakası olmadığını, CHP’nin iç hesaplaşması olduğunu vurguluyorlar. Oysaki “turp heybede” iken, Erdoğan bir taşla birkaç kuş vurmayı hesaplamıştı. Muhtemel rakibi elimine edecek, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atayacak ve CHP’deki ayrıştırmayı keskinleştirecekti. Savcının “örgüt” iddiası, kayyum için yeterli olacaktı. Fakat diploma olayı ve soruşturmaya eklenen “terör ve kent uzlaşısı” maddesi olayın rengini değiştirdi. İktidar, Gezi döneminden farklı olarak, ülke ekonomisinin geniş kesimler için dayanılmayacak bir hal aldığını, gençlerin gelecek beklentilerinin büyük bir endişe konusu olduğu ve arkasındaki toplumsal gücün yarı yarıya azaldığını iyi hesap edemedi. Bütün bu faktörlerin yarattığı “nefret”, sokağa hâkim oldu ve bu saatten sonra kimse karşı tarafın iddialarını dinleyecek durumda olmadı. Bu süreçten en büyük zararı gören şüphesiz iktidar oldu. Ekonomi kötüleşti, dış politikada pazarlık avantajı zarar gördü, Kürt meselesinin çözümüne duyulan heyecan ve beklenti azaldı. Yaşananlardan en büyük faydayı gören ise şüphesiz ABD ve İsrail oldu. Pazarlıkta eli zayıflamış, Kürt meselesindeki inisiyatifi azalmış ve Avrupa’nın “demokratları” gözünde “otoriter” yönetim vasfı pekişmiş Türkiye, ABD ve İsrail için arzulanan konuma itilmiş oldu. Müthiş diplomatik becerileri ve istihbarat bilgileriyle İngilizler durumu anlamış olacaklar ki bu süreçte sessiz kaldılar. Özgür Özel de safiyâne bir biçimde onlara sitem etti. Herhalde İngilizler, Özel gibi “çocuksu” siyasetçilerle ne yapacağını kara kara düşünüyordur. Şimdilik pro-İsrailcilerden Rusofillere cümle Trumpistleri memnun eden bir durum ortaya çıktı. Trump da Türkiye ve Erdoğan’ı, Avrupa’nın tavrına zıt bir şekilde övdü. Kafasında İran ile savaşan, böylece İsrail’e muhtemel tehdit olan iki ülkeyi birbirine kırdırmak var. Rusya dostluğu için son olaylarda iktidara destek veren bazı kesimler ise, ABD heybesinden İran turpu çıkınca ne yapacaklar acaba? Yağmurdan kaçarken doluya tutulmamak en mühimi.