Ünlü Alman devrimci ve teorisyen Rosa Luxemburg, kapitalizmi “barbarlık” olarak nitelendirirken, yine kendisi gibi Alman olan Prusya Askeri Akademisi’nin Müdürü Carl VonClausewitz’in savaşı siyasetin şiddet araçlarıyla sürdürülen bir formu olarak ele alan bakışından çok daha farklı ve kapitalizmi temellendiren bir saptamada bulunur. Siyaset bir yönüyle sorunları şiddete başvurmadan çözebilme kabiliyeti ortaya koyduğu müddetçe önem kazanır. Nitekim bürokratik yetenekler ve siyasal elitlerin becerileri bu bağlamda son derece önemlidir. Savaş Sanatı’nın ünlü yazarı, askeri stratejist Sun Tzu, savaşmadan netice alabilmeyi en büyük maharet olarak selamlar. Çünkü savaş, antik dünyada son derece maliyetlidir ve orduların niceliği savaşın sonucunu baştan tayin etmek için yeterli veri sağlamaz. Lojistik imkânlarının çok sınırlı, ulaşımın meşakkatli ve nüfusların seyrek olduğu antik dünyada, savaşların, uğruna harcananları dahi karşılayabilecek kazanımları çoğu zaman sağlamadığı bilinir. Clausewitz her ne kadar modern teçhizatlarla yapılan savaşın üstatlarından olsa da, Junker toprak aristokrasisinin bir üyesi olarak, kapitalizm ile savaş ilişkisini henüz net olarak saptayabilecek maddi şartlar ve sınıfsal konumdan uzaktır. Bu yüzden Clausewitz’de savaş, asıl gayenin barış olduğu siyasal ve toplumsal düzeni sağlayabilmenin bir aracıdır. Burada dolaylı değişken savaştır. Nihayetinde savaş, siyasetin bir uzantısı ya da formuysa, önceliği sorunları barışla çözmek olan siyasal karar alıcının, bunu olağan koşullarda sağlayamadığı bir momentte devreye girer. Savaşmak kendinde bir gaye olmayıp, hızlıca savaşan taraflardan birinin barışının hâkim kılınacağı bir evreye dönüşmek zorundadır. 

Oysa Rosa Luxemburg, savaşın kapitalizmin karakterine içkin olduğunu saptamıştır. Kapitalizm, yapısal nedenlerle her döngüsünde yeni bir kriz üretir. 19. Yüzyılın sonu itibariyle baş gösteren ama 1929 Buhranı ile kendisini tam olarak açığa çıkaran “paylaşım sorunu ve talep krizi”ni aşmak için iki dünya savaşı ve yüz milyonlarca insanın ölümüne neden olan büyük bir yıkım anca kâfi gelmiştir. İstihdam arttırıcı ve sosyal politikayı önceleyen refah toplumu modelleriyle “talep krizi”ni aşan kapitalizm, aslında bu modelleri hayata geçirmeyi sağlayacak birikimi, silah sanayisinin iki büyük dünya savaşındaki randımanına, kaynakların yeniden bölüşüleceği bir uluslararası sisteme ve harabeye dönen kentlerin sürekli yeni talep üretmesine borçludur. II. Dünya Savaşı’ndan çeyrek asır sonra bu sistem de yapısal ve çevrimsel krizlerle yüzleşmek zorunda kalmıştır. Düşen verimlilik ve artan küresel rekabet içinde sistemin çevrimi imkânsızlaşınca, 1974’te ABD altına endeksli dolar sisteminden vazgeçerek, doları sınırsız basabileceği bir finans devrimi gerçekleştirmiştir. Böylece üretim ile finans arasındaki bağ kopmuş ve sonraki yıllar içinde finans kendi başına bir ekonomik alan yaratarak adeta üretimin önündeki en büyük engel haline gelmiştir. Bu yüzdeni dünyanın en büyük ekonomisi olmayı sürdüren ABD, üretici güçlerini geliştirmek zorlanmış ve bu alanda liderliği Çin’e kaptırmıştır. 1974’te dönüşen sistemin ilk kurbanı 1991’de çöken Sovyetler Birliği’ydi, 2008’de kriz, kapitalimin merkezini vuracak kadar gelişti ve nihayetinde Rosa Luxemburg’un işaret ettiği döngü tekrar devreye girdi. Kapitalizmin krizini aşmak için yeniden savaşa ihtiyaç vardı. 

Rosa Luxemburg’un kapitalimi “barbarlık” olarak nitelemesinin sırrı burada yatar. Barbarlık, siyaset öncesi bir duruma işaretle, sorunları eski tabirle “suhulet ve usulet” içinde çözmez. Kabileler arası savaşlar ve kan dökme günlük rutinin bir parçası haline gelir. İşte kapitalizm de belirli periyotlarla açığa çıkan krizlerini önlemek için her seferinden savaşa muhtaçtır. Düzen-kriz-savaş döngüsü insanlığı adeta bir kader çemberine hapsetmiştir. Bunu kırabilmek barbarlığa son vermek manasına gelir Luxemburg için. 

ABD’de Demokratlar ve onların Avrupa’daki temsilcileri, finans imparatorluğunun ayakta kalması için dünyayı ateşe vermekte hiç tereddüt etmedirler. Zamanında ünlü Bulgar komünist Georgi Dimitrov’un faşizmi finans-kapitalin en ırkçı, en saldırgan yüzü olarak gören tanımına, tüm liberal ve woke solcusu hallerine rağmen en uygun düşen Demokratlardır. İşin ilginç yanı, özellikle Biden yönetiminde, eski Nazi hayranı, Carl Schmitt’in öğrencisi, ama Yahudi olduğu için ABD’ye sığınmak zorunda kalan Leo Strauss’un takipçisi olan Neo-Con’ların (Yeni Muhafazakârlar) sistemin merkezine yerleşmeleriydi. G. W. Bush’un Afganistan ve Irak Savaşlarının mimarı olan bu “sağcı” ekibin, “liberal-sol” Demokratlarla olan nikâhını kıyan ise şüphesiz Rothshild Hanesi’nin başını çektiği büyük finans mafyasıdır. Nazilerin büyük hukukçusu Schimitt’in siyasetin vasfını üzerinden tanımladığı dost-düşman dikotomisinde, Bush döneminde düşman terörizm iken, Biden döneminde onun “liberal-wokesolcusu” ideolojisine uygun bir üretimle Putin’in başını çektiği “otokratlar” oldu. Bu ekip, Avrasya’nın ticari bütünleşmesini engellemek, geride kaldıkları teknoloji yarışında yeni ataklar yapmak yerine üretici güçleri boğmaya matuf finans politikalarını sürdürmek, savaş sanayisi üzerinden ABD’nin hissettiği enflasyonist baskı ve işsizlik sorununu hafifletmek, tamamen balona dönmüş finansal şişmeleri, savaşın birçok ülke için borçlandırıcı vasfını kullanarak rahatlatmak ve böylelikle egemenliklerini sürdürmek için III. Dünya Savaşı’nı göze alabileceklerini ortaya koyan Ukrayna Savaşı’nı ateşlediler. ABD ve Avrupa’daki Demokratlar eliyle Soğuk Savaş’tan sonraki en büyük Trans-Atlantik birliği, Rusya’ya karşı Ukrayna üzerinden savaş ilan etti. Fakat Atlantik sisteminin her şeye gücünün yettiği yıllar geride kalmıştı. Çin ekonomik, İran ve Kuzey Kore askeri, Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkeleri ticari olarak Rusya’yı destekledi. Hindistan’ın Çin ile olan rekabetine rağmen kadim Rus dostluğunu dikkate alması ve güçlü bağlantısız tavrıyla Batı’nın kampanyasının dışında kalması belirleyici oldu. NATO’nun çatlaklarını daha önce tespit etmiş olan Putin, NATO’yu kışkırtacak denli ağır saldırılarda bulunmayıp, adım adım, sabırlı ama kaldırılması zor bir psikolojik baskıyı aşarak, savaşı uzun bir zaman dilimine yayma stratejisini benimsedi. Eğer dayanabilirse, sonuç alamayan Demokratların ABD’de kaybedeceği aşikârdı ve Trump’ındönüşü, NATO’daki çatlakların kopuşunu sağlayacak bir durum yaratacaktı. Şimdilik sabreden Putin’in muradına erdiğini söyleyebiliriz.

Trum, ABD’de üretici güçleri yeniden ayağa kaldırmayı, finans ile üretim arasındaki bağı tekrar kurmayı hedefleyen bir ekonomik görüşe sahip. Bu nedenle arkasında Musk’tanRockefeller’a güçlü bir sermaye grubu var. İngiltere, Kanada, Almanya, Fransa ve müttefikleri bir yönüyle Rothshild’lerin öndeliğindeki finans mafyasının çıkarlarını temsilen, ABD’deki teknoloji ve maden devleriyle çarpışıyor. Trump, üretici güçlerin gelişimi için sermaye birikimine ve ticaret yollarının kontrolüne ihtiyaç duyuyor, onun için savaş zaruri bir ihtiyaç değil. O, amaçları için Ukrayna’nın madenlerinden santrallerine kadar her şeyine, Grönland’ın ve Kanada’nın Kuzey Buz Denizi’nde sağlayacağı avantaj için egemenliklerine çökmekle meşgul. Mafyalaşmış kapitalizmin bir grubu, salon beyefendilerinden oluşan ama dünyayı nükleer bir savaş felaketine sürükleyebilecek adamlardan oluşuyor, diğer kanadı ise tam bir sokak mafyası ağzıyla siyaset yaparak, dünyanın kaynaklarına “çökme” ve artık değeri ABD’de toplama derdinde. Ukrayna’dan Filistin’e dönüşen savaş ve barışın hikâyesi tam da burada düğümleniyor. Demokratlar kuzeyde savaş isterken, Cumhuriyetçiler İsrail’in pervasızlığına tam destek olarak güneyi yakma hususunda son derece rahatlar. Biz ise aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali iki savaş arasında, ya Rusya ya da İran’a karşı cepheye sürülme tedirginliği içinde, bu çerçevede sürdürülen pazarlıkları seyrediyoruz. Velhasıl Rosa Luxemburg’un söylediği bir kere daha zuhur ediyor…