Modern dünya, kitleleri yeni bir tarihsel özne olarak ortaya çıkardı. Antik dünyada köle ya da köylü isyanları olurdu fakat bunlar siyasal kitle hareketleri değildir. Zuhur ettikleri anda yıkıcı bir etki sağlamakla birlikte, modern manada örgütlülük ve siyasal program mefhumu yoktur. Ne üretim altyapısı ne de siyasal kültür ve meşruiyet kanalları, böyle bir program ve örgütlülüğün oluşmasına müsaittir. İletişim ve ulaşımın zorluğu, yerelliğin çok daha baskın olduğu bir ilişkiler ağı yaratmıştır. Kitlelerin, bir ülke sathında, örgütlü ve programlı harekete geçebilmeleri mümkün olmaz. Tüm bu nedenler, geleneksel dünyada siyasetin elitist vasfını belirlemede oldukça etkilidir.

Modern toplum, ismiyle müsamma, kırın çözülmesiyle eş süreçler içinde, nüfusların kentte yoğunlaşmasıyla (toplanmasıyla) ortaya çıktı. Bilhassa sanayi üretimi, bu yığınları, üretim disiplini altında dönüştürdü. Ücret karşılığı emeklerini satan özgür emekçiler, kitle üretiminin organizsanyon kabiliyeti ve burjuvazinin siyaseti demokratikleştirmeye yönelik talepleriyle dönüşen siyasal yapı içinde, kendi hakları üzerinden müzakere ve mücadele etme kabiliyetini geliştirdiler. Bu sürecin kendisi, işçi sınıfını üretti. Yoksa insanların salt “özgür emekçi” olmaları onları “sınıf” olarak nitelendirmek için yeterli değildir. E. P. Thompson’ın “sınıf mücadelesi sınıfı önceler” vurgusu, niçin sınıfı kendinde bir varlık olarak değil de (The Making of English Working Class kitabı Türkçeye, dilin imkân çerçevesinde İngiliz İşçi Sınıfı’nın Oluşumu olarak çevrildi) kendisini yapış (making) süreci olarak adlandırdığını anlamamızı sağlar. Türkiye’de 1960 ve 70’li yıllarda emekçilerin sayısı günümüze göre çok daha az olmasına rağmen, işçi sınıfının varlığı çok daha güçlüydü. Onun varlığını bina eden kendi mücadelesiydi.

Kitle hareketleri, bilhassa 19. Yüzyıldan 20. Yüzyılın son çeyreğine kadar siyasal tarihe damgasını vurdu. Kraliyet-kilise-aristokrasiden oluşan geleneksel tarihsel iktidar blokunu çözmek için işçi sınıfı ve sans-culottes (baldırı çıplaklar) desteğine ihtiyaç duyan burjuvazi, iktidarını pekiştirdikten sonra kitle hareketlerine karşı son derece olumsuz bir tavır benimsedi. Kitle hareketi üzerinden siyasetin demokratikleşmesini, bireyin özgürlüğü için tehdit olarak gören liberallerde, Fransız Devrimi’nde, kitleler için şiddetin bir nevi eğlence halini almasıyla kuvvetlenen terör ortamının yarattığı travma, Robespierre’in şahsında adeta şeytanileştirilmiştir. Sanılanın aksine liberaller, “demokrasi” kavramıyla oldukça sorunludur, kavramın çoğunlukçu ve kitleleri siyasete dâhil eden vasfından ürkerler. Nitekim 20. yüzyılın büyük liberal düşünürü Hayek, neo-liberal ekonomik dönüşüm ve bireyin özgürlüğü için, Şili’deki Pinochet diktatörlüğüne “danışman” olarak uzun yıllar destek verdi. Allende’nin “demokrasisi”ndense Pinochet’nin “diktatörlüğü” liberaller için tercihe şayandı.

1848 sonrası, özellikle işçi sınıfı ve radikal aydınların ittifakı bağlamında gelişen kitle hareketlerinin, yüzyılın son çeyreğiyle birlikte, parti ve sendika gibi örgütlü yapılarla bütünleşmesinin belirgin sonuçları olmuştur. Bir yandan kitlelerin kendiliğindenciliğine karşı siyasal öncünün disiplin ve program çerçevesindeki hareket tarzı, kitle hareketinin niteliğini güçlendirirken; kimi zaman kurumsal yapıların katı formları, kitlelerin mücadeleciliğinin gerisine düşerek, hareketi boğan olumsuz bir rol oynamıştır. Bununla birlikte, kitle desteğinin zayıf kaldığı devrimci girişimler ya baştan mağlup olmuş ya da kısa zaman içinde akamete uğramıştır. Unutmamak gerekir ki “devrim” bir tarihsel zorunluluk değil, “bıçak sırtı” denebilecek kadar hassas güç dengelerinin belirlediği siyasal iktidarın, belirli bir momentte şiddet yoluyla değiştirilmesine imkân veren bir süreçtir. Eğer iktidar için mücadele eden toplumsal sınıflar arası güç dengesi, birinin lehine çok ağır basarsa, orada devrimden değil, evrimci süreçlerden bahsedilebilir. Nitekim İngiliz burjuvazisinin gücü karşısında onunla uzlaşmak zorunda kalan eski tarihsel iktidar bloğu sembolik ve sınırlı bir güce sahip olma koşuluyla varlığını sürdürmüştür. Devrimci dönüşüm için ya büyük bir yıkımın ardından kurtarıcı olarak yükselen bir gücün varlığı; ya da kitlelerin desteğini arkasına alan örgütlü ve disiplinli bir siyasal yapının, bu destek sayesinde hassas güç ilişkileri içinde galebe çalmasını sağlayacak bir denklem ortaya koyması şarttır. Ayrıca, siyasal ideolojilere içkin teolojinin, özellikle totaliter rejimlerde adeta siyasal din haline dönüşmesini sağlamada, kitlelerin bu siyasal dine tapındığı, büyük törensel gösteriler dikkat çekicidir. Kitlelerin büyük bir imanla, lideri tanrılaştırdığı ve ideolojiyi dinselleştirdiği bu törenlere, Hitler’in Nazi Partisi iktidarında şahit olan Elias Canetti’nin, kitle hareketlerine karşı olumsuz bakışı ilk akla gelenlerden biridir. Kitle, içinde bulunan tek tek kişilerin özelliklerinden ötede, onların adeta bastırdığı bir takım saldırganlık güdülerini, son derece kaba söylemlerle ve aklın adeta devre dışı bırakıldığı duygusal patlamalarla harekete geçirebilmektedir. Canetti’nin içine düştüğü bu dehşetin daha mikro ölçeğini Türkiye 6-7 Eylül Olayları’nda yaşadı.

Siyasal tarihte hiç kimse kitlelerin tarihsel rolünü olumlamada Mao Zedong ile mukayese edilemez. Mao, kitleleri tarihin esas yapıcısı olarak selamlar. Şedit bir ilerlemeci olan Mao, yıkım ve yapım arasında kurduğu diyalektik ilişki üzerinden, kitlelerin yıkıcılığının, tarihin akışını hızlandıran etken olduğunu savunurdu. Mao’ya göre, mademki ilerlemenin motoru toplumsal çelişkilerdir, öyleyse çelişkileri keskinleştirecek olan da kitle hareketinin en azından on yılda bir tekrarlanacak yıkıcı etkisidir. “Hız”, modern üretim toplumunun verimliliğinin de anahtar kavramlarından biridir. Üretici güçlerin gelişmesini, sadece maddi gelişimin sürati ile değil, siyasal-kültürel olarak da çelişkileri kışkırtarak hızlandırabileceğini düşünen bu anlayış, Mao’nun diyalektiğinin en sorunlu yanını oluşturdu. Nitekim Kültür Devrimi’nin son dönemi itibariyle, çelişkilere hükmeden bir tanrısal figürden, güngörmüş bir Çinli beşere tenzili öğreticidir. Mao’nun ifrat derecesindeki kitle siyaseti, diyalektik esas üzerinden tefrit ile karşılık bulmuş; Çin, Deng Xioaping ile birlikte kitlelerin siyasetten koparılmasını bir parti siyaseti olarak belirlemiştir. 1989 Tiananmen Katliamı, bir zamanlar yüceltilen kitlelerin tank paletleri altında ezildiği trajik olaylar zincirinin zirvesiydi. Çin’de kitleler siyasetten dışlandı, Tiananmen ise ulusal bir unutuşa terk edildi.

Avrupa’da, Mao’nun Kültür Devrimi ve Vietnam Savaşı’ndan etkilenen gençlik kitlelerinin son büyük siyasal süreci 1968 Hareketleri oldu. Son büyük siyasal süreç diyoruz, çünkü 68 Hareketlerinden sonra gündeme gelen “Yeni Toplumsal Hareketler”, kitlelerin kamusal meseleler üzerinden gelişen mücadele pratiğini; her toplumsal grubun kendi mevzi mücadelesini verdiği bir başka pratiğe dönüştürdü, böylece siyasal alanın kamusal (diğerkâmlığı kamusal davranış biçiminin merkezine koyuyorum) mahiyetini parçaladı. Gerçi Fransa’daki 68 Hareketlerini manipüle edenin daha sonra ABD olduğu da anlaşıldı. NATO’nun etkisinden Fransa’yı özgürleştirmeye çalışan De Gaulle’e karşı ayağa kalkan kitleler üzerinde, daha sonra CIA’e çalıştığı anlaşılan Herbert Marcuse’un etkisi malumdur. Elbette bu kitlelerin, ABD’ye hizmet etmek gibi bir niyeti yoktu ama manipülasyon tam da bu demektir. Kitlelerin niyetlerinden ötede, üstelik onlara önderlik edecek son derece birikimli ve dikkatli bir yapının olmadığı koşullarda, manipülasyon, o an eylemin içinde bulunan kişilerin anlayabilmesine müsaade etmeyecek kadar ince yürütülür. Bu nedenle siyasal güçler için kitlelerin gücüne yaslanmak çok önemli olsa da kitle kuyrukçusu olmamak ve doğru müdahalelerle öncülük etmek, manipülasyona karşı verilecek biricik yanıttır.

Üretim toplumunun yerini tüketim toplumuna bıraktığı zaman dilimiyle, yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı beraberdir. Üretimin kolektif mahiyeti, kolektif kimliklerin varlığına zemin oluşturmakta ve kamusal eylemin kolektif tarzını belirlemekteydi. Oysaki tüketim bireyselliğe bir çağrıdır; kişi tüketirken yalnız olduğu gibi, kimseye benzememekle kutsallaştırılan statü, kolektif kimliğin yerini almaya başlar. Siyasal alan da bu süreçte etnik, dinsel, cinsel v.b. kimlik taleplerinin işgaline uğradı; ulus ve sınıf gibi kolektif kimlikler tasnif dışı bırakıldı. Bilhassa sol siyasetler, politik kültüralizme savrularak kitle çizgisinden koptu.

Siyasal özne özelliğini kaybeden kitleler, artık her şeyi içine alıp yok eden, tüketen yığınlara dönüştü. Kitlelere yönelik her türlü söylem, adeta bir anafor etkisiyle yığınlar tarafından yutuldu ve yok edildi. Siyasal eylemler, alt kimlik taleplerinin keşmekeşi altında, adeta karnavalı andıran gösterilere dönüştü. 1990’lı yıllarda Türkiye’de, Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) ile Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) bu sürecin siyasal temsilcileri olarak ortaya çıktı. Oysaki aynı yıllarda başta özelleştirmeler olmak üzere Türkiye’nin üretim gücü ve emekçilerin hakları büyük bir tehdit altındaydı. 1991 Madenci Yürüyüşü ve KESK’in 1990’lı yıllarda yükselttiği kamu emekçilerinin hakları mücadelesi, kitle hareketlerinin son resmi geçitleriydi. İşçi hareketinin soluğu daha fazla yetmedi, KESK ise politik kültüralizme teslim olarak, kamu emekçileri mücadelesinden çok kimlik siyasetine doğru evrildi ve etkisizleşti. 1970’lerde başlayan kitlelerin ve ideolojilerin geri çekilmesiyle başlayan süreç, 1990’lı yıllarda ideolojilerin hakikat üzerindeki iddialarını kaybetmeleri ve kitlelerin yığınlara dönüşmesiyle tamamlandı. Siyasal programı ve o program çerçevesinde mücadele eden öncü sınıfın olmadığı koşullarda sistemden beslenemeyenlerin elinde sadece tek bir şey kaldı: “nefret”.

Kapitalizmin yapısal ve çevrimsel krizinin derinden hissedilmeye başlandığı 2000’li yıllarda, “anti-kapitalist” hareketlerin “nefret ve yıkım arzu”sundan başka hiçbir şeyi yoktu. Kapitalizme bir alternatif üretilemiyordu, yeni bir siyasal hakikat üzerinden harekete geçen imanlı kitleler yoktu, siyasal partiler “parti”den çok şirket veya çıkar gruplarına dönüşmüştü. Verili kriz ortamında artık “üreticilerin gücü”nden değil “tüketemeyenlerin nefreti”nden söz edilebilirdi. Siyasal eylemci, artık bir partizan veya militan değil daha ziyade Joker’di. Tüketimine ortak edilmediği bu dünyayı yakmak istiyordu sadece. Eylem güdüsünü yönlendiren siyasal program ve akıl değil, duygulardı. Bu nedenle 2000’li yıllardan günümüze, eylemlerin şiddet derecesi sürekli artarken, 19. yüzyıl ve 20 yüzyılın bir bölümünde var olduğu söylenen kitlelerin dönüştürücü gücü ortada yoktu. “Seattle’ı işgal et” eylemlerinden “Sarı Yelekliler”e kadar Batı’daki manzar-i umumiye bundan ibaretti.

Avrupa’nın doğusunda ise farklı dinamikler, verili siyasal sisteme karşı oluşan nefreti, küresel finans devleri tarafından fonlanan çeşitli kurumların ve kişilerin öncülüğünde, “Turuncu Devrim” adı verilen hareketleri yaratmada kullandı. Bu eylemlerin de özü aslında “tüketim” talebi üzerinden anlaşılabilir. Tüketime aktarılabilecek kaynakların, ülkelerindeki otokratların cebine girdiğine inanan, bunun için de Avrupa Birliği’ni, kurumsal denetim ve şeffaflığın garantisi olarak görüp, siyasal özgürlüklerinin de bu denetimsiz ve şeffaf olmayan otokratların engellediğini savunan eylemciler, ülkelerindeki iktidar değişimlerinin kendilerini Avrupalı yapacağını umdu. Onlar bu süreçlerin sonunda Avrupa veya Amerika’ya dâhil olamadılar ama Batılı güçler kaynaklarına el koymak için bu ülkelere müdahil oldu. En son Ukrayna’nın değerli madenlerine Trump’ın nasıl çökmeye çalıştığını hepimiz izliyoruz.

Türkiye’de ne zaman kitlesel gösteriler olsa, bir şekilde tartışma “Turuncu Devrim” iddialarına gelip dayanır. Bilhassa Tayyip Erdoğan iktidarına karşı oluşan her türlü kitle hareketi bu etiket ile damgalanmıştır. Yukarıda arz etmeye çalıştığım tarihsel süreci dikkate alarak, önümüzdeki yazıda bu konuyu tartışmaya çalışacağım.